Koronavirüs ile değişen mimari anlayış
Açık ofisin sonu mu geldi? Gökdelenlerin işi bitti mi? Telefonlarımızla hiçbir yere dokunmadan yaşayabilir miyiz? Koronavirüs dünyanın her yerinde en çok kalabalık şehirleri vururken; Guardian gazetesi yazarı Oliver Wainright, mimarinin ve şehir planlamacılığının bu büyük sağlık krizinden ne gibi sonuçlar çıkarabileceğini inceledi.
Aslında büyük şehirler ve binaların şekillenmesinde salgınlar hep etkili oldu.
19’uncu yüzyılda yaşanan kolera salgınları, kanalizasyon sistemlerinin gereğini, onların üzerindeki yolların daha geniş ve düz olmasının, nüfusun dengeli yayılmasının önemini göstermiş ve modern şehirleri şekillendirmişti.
1855 yılında Çin’de başlayan üçüncü veba pandemisi farelere karşı küresel savaş sürecinde, şehirlerdeki atık su borularından, kapı eşikleri ve bina temellerine kadar birçok şeyi değiştirdi. Modernizmin tertemiz görünüşlü estetiği de sanatoryumların beyaza boyalı, havadar, bol güneş alan odaları ve temiz beyaz fayanslı banyoları düşünüldüğünde kısmen tüberkülozun eseridir. Şekiller hep işlevselliğin yanı sıra salgın hastalık korkularının da izini taşır.
Şimdi her birimiz sosyal mesafelerimiz, izolasyonlarımız, karantinalarımızla yaşar, dükkünlar kapanır, ofisler terk edilir, kent merkezleri hayalet şehre dönüşürken insan ister istemez Covid-19’un şehirlerimizde neleri değiştireceğini merak ediyor.
Evlerin, evden çalışmaya uyumlu hale getirilmesi mi gerekecek? Kaldırımlar biraz daha mesafeli olabilelim diye genişletilecek mi? Bundan böyle kalabalık yerlerden kaçınacak, açık plan ofisler ve tıkış tıkış asansörlerden uzaklaşacak mıyız?
Bir mimari tasarım ajansı şimdiden bütün enerjisini Covid-19 sonrası hayatlarımızın nasıl şekillenebileceğine yöneltmiş bile.
‘En çok ofisler değişecek’
1943’de kurulan Design Research Unit (DRU) adlı mimarlık ajansı İkinci Dünya Savaşı sonrası Britanya’nın görünümünün şekillenmesinde büyük rol oynadı. Londra sokaklarının tasarımından Britanya Demir Yolları logosuna kadar birçok simgesel ve işlevsel tasarımda imzası var.
Şimdi de yaratıcı enerjisini bundan sonra binaların iç mekan tasarımlarından kamusal alanların düzenlenmesine, kullanılacak yüzey malzemelerine, en ince detaylarına kadar salgın hastalıkların yayılmasını sınırlayacak şekilde nasıl tasarlamak gerektiğini tahayyül etmeye yöneltti.
DRU’nun parçası olan Scott Brownrigg şirketinin CEO’su Darren Comber en büyük değişimin çalışma mekanları, ofislerin düzenlenmesinde yaşanacağını, son dönemde çok yaygınlaşan birçok şirketin büyük bir binada ya da mekanda “birlikte çalışma” düzenlemesinin, açık ofis fikrinin artık o kadar cazip olmayabileceğini düşünüyor.
Bu düzenin yayılması sosyal iletişim, ilişkilenme fikrinden doğmuştu. Birçok farklı firma çalışanları ya da yaratıcı işlerde serbest çalışanlar aynı ofis alanını paylaşabiliyor, o arada kahvelerinizi içebiliyordunuz. Fakat bu artık o kadar cazip bir seçenek gibi görünmüyor.
Darren Comber, “1950’lerdeki gibi herkesin çalışma alanlarının ayrıldığı günlere döneceğiz demiyorum ama bence açık plandan uzaklaşılacak. Ayrıca daha iyi havalandırılan, camların açılabildiği mekanlara geçileceğini göreceğiz” diyor.
Büyük firmalar için çalışma alanları düzenlemiş bir başka tasarımcı, şu anda Zaha Hadid Mimarlık şirketinde tasarım fikirleri bölümünün başında olan Arjun Kaicker’in de beklentisi bu yönde:
“İş yerlerinde daha geniş koridor ve antreler, daha çok bölme ve daha çok merdiven göreceğiz. Farklı ekiplerin birlikte çalışması fikri bir süredir ağırlıktaydı fakat artık çalışma mekanlarının bu kadar açık olacağını düşünmüyorum” diyor.
Arjun Kaicker’e göre ofisin içinde herkesin ne kadar alanı olacağı, asansörlere en çok kaç kişinin bineceği, bekleme salonlarına kaç kişi alınabileceği konularında yasal düzenlemeler olabileceği gibi gerektiği konularında yasaların çıkarıldığını bile görebiliriz.
Kaicker’in ekibi geleceğin ofisleri üzerinde çalışmaya ve koronavirüs sonrası bazı fikirleri işlemeye şimdiden başlamış. Örneğin bulaşıcı hastalıkların yüzde 80’inin virüs ya da bakterili yüzeylere dokunma yoluyla yayıldığı düşünüldüğünde bundan böyle çok tutulması olası bir tasarımla, çalışanların hiçbir yüzeye dokunmadan dolaşabildikleri bir bina yapmışlar.
Binada asansörler akıllı telefonlardan çağırılabiliyor, kapılar hareket sensörleriyle ya da yüz tanıma programıyla kendiliğinden açılıyor. Perdeleri açıp kapama, havalandırma, hatta kahve ısmarlama komutları bile akıllı telefonlarla verilebiliyor.
Şehirler ve parklar
Koronavirüs salgını sosyal teması “en büyük kötülük” ilan etti ve hastalığın hızlı yayılmasından kentlerin kalabalıklığını sorumlu tutan ve şehir dışı daha seyrek yerleşimleri savunanlar oldu.
Boston’daki Northeastern Üniversitesi’nden Sara Jensen Carr’ın yakında yayınlanacak kitabının konusu Sağlık Topografisi ve Amerikan kent planlamasının sağlıkla ilişkisi.
Carr, kitabında büyük sağlık krizlerine bulunan kentsel çözümlerin tarihini de özetliyor. Amerikan iç savaşında hijyen görevlisi olarak görev yapan peyzaj mimarı Frederick Law Olmstead’le başlıyor.
“Ara sıra doğa manzaralarına bakmanın insan sağlığı ve enerjisi açısından faydalı olduğunu” tespit eden Olmstead New York’taki Central Park ve Boston’daki Emerald Necklace parklarını düzenleyen kişi.
Aylarca evlere kapandıktan sonra parklar ve kentlerdeki yeşil alanlara ve aynı zamanda tuvalet altyapısı, içme suyu ve el yıkama imkanlarına hepimiz daha büyük ilgi göstereceğiz.
Antik Yunan’dan itibaren yaygın kabul gören bir görüşe göre hastalıklar topraktan geliyor ve miasma adı verilen zehirli gazlarla yayılıyordu. Bu düşünce şehirlerin biçimlenmesinde çok uzun süre etkili oldu.
Saint Andrews Üniversitesi’nden tıp antopoloğu Christos Lynteris, “Sokakları taşlarla döşeme fikri ilk önce topraktan gelen zehirli gazların önünü kesme, hastalıkları engelleme arzusuyla ortaya çıktı” diyor.
Hastalığın toprakla doğrudan teması olan her yapıdan sızacağı düşüncesi ile duvarlar, binalar sıvandı, kaplamalar yapıldı, cilalandı ve bu görünmez düşmana karşı kat kat tedbirler alındı. Çatlakların büyük kaygı yaratması binaların çürüklüğünün işareti olduğu kadar buralardan zararlı gazların sızabileceği korkusundan da kaynaklanıyordu.
Lynteris dünyada onlarca yıl hüküm sürerek 12 milyondan fazla insanın ölümüne yol açan üçüncü veba salgınını incelediği çalışmasında bu felaketin kentlerde ne kadar radikal önlemlere sebep olduğunu ortaya koyuyor. Örneğin en popüler çözümlerden biri kentin belli bölgelerini tamamen yakmak. 1900 yılında Honolulu’da bunun abartılı bir örneği yaşanmış.
“Kentin Çin mahallesinde hastalığın yayıldığı bölgenin yakılması planlanıyordu. Fakat rüzgarın yönü değişince yangın kentin tamamının yanmasına sebep oldu.”
Başka ülkelerde de hastalık sebebiyle belli bölge ve binaları yakma yöntemi deneniyor. Fakat vebayı taşıyanın fareler olduğu bir kez keşfedildiğinde, bütün dikkatler binaları bu kemirgen zararlılardan korumaya veriliyor.
Lynteris, “Dünyadaki bütün şehirlerde birdenbire işi binaları farelerden koruma yöntemleri geliştirmek olan mühendisler bir araya geldi. Bu küresel bir çılgınlığa dönüştü ve 1910 ile 1920 arasında saçaklık koruyuculardan çimentolu engellere kadar binlerce icadın patenti alındı” diyor.
Fakat Lynteris, koronavirüsün bir şeyleri değiştireceği konusunda kuşkulu. “Salgınların kendilerine has bir geçicilikleri var. Bunlar belli zamanlara yoğunlaşıyor ve panik çok çabuk geçiyor, insanlar nadiren hatırlıyorlar” diyor.
‘Her yere yürünen şehirler‘
Böyle düşünmesinin bir sebebi 2003’te yaşanan Sars salgını. Hong Kong’da bir apartmanın, kanalizasyon borularından evlerin banyolarına gelen çok küçük sızıntıların hastalığın süper yayıcısı olduğu anlaşılmış, ancak bu tür şeylerin bir daha tekrarlanmasını engelleyecek bir teftiş ve yenileme çalışması yapılmamıştı.
Lynteris, “Bir kere gelen bir pandemi genellikle hiçbir iz bırakmıyor. Dikkate almamız için birkaç kere geri gelmesi lazım” diyor.
Kimileri de yaşadığımız krizi şöyle bir geri çekilip kentlere bakışımızdaki temel varsayımları değiştirme fırsatı olarak görüyor.
Hollanda’daki Delft Teknoloji Üniversitesi’nden, Tasarım Politikası Profesörü Wouter Venstiphout, “her yere yürüyerek gidebileceğiniz kentler tasarlamak için çok doğru bir zaman” diyor:
“Koronavirüs adem-i merkeziyetçilik için bir katalizör olabilir mi? Dev hastanelerimiz ve üst üste yaşayan insanlarımız var fakat hala bunlara ulaşabilmek için uzun yollar gitmemiz gerekiyor. Pandemi bize hastaneler ve okulları daha küçük birimler halinde geniş bir alana yaymamız ve tek bir merkez yerine çok merkezi güçlendirmemiz gerektiğini gösteriyor.”
Böylece günlük seyahatin çok sınırlı olacağı her bir yerel merkezin dükkanları ve her şeyiyle kendine yeterli hale geleceği bir doku öneriyor.
Salgının bir başka etkisi ise Vanstiphout’a göre turizmin fiilen durmasıyla oluştu. “Turizm durunca Airbnb yoluyla kiralanan evler bomboş. İnsanlar komşuları, mahalleleri kalmadığını fark ediyorlar. Turistleri çıkarınca şehirden geriye bir şey kalmıyor.”
Koronavirüs turizmin ve göçün etkisini dünyanın her köşesinde farklı biçimlerde ortaya koydu.
Delhi’de seyahat ve sokağa çıkma kısıtlamaları, para kazanamayınca bulundukları eyaletlerde kalamayan binlerce göçmen işçinin köylerine gidebilmek için yüzlerce kilometre yürümek zorunda kalmasına sebep oldu.
Profesör Venstiphout, “Küresel şehirler balonu önemli darbeler yiyecek” diyor:
“Metropollerin ne kadar gelişkin olduğu ile çok övünüldü ama artık kenti güvenli, evinin olduğu, sürekliliği olan bir yer olarak görme isteği var. Bunu göçe karşı bir uyarı olarak yorumlayanlar olabilir ama ben tam tersi bunun turizme karşı, insanları kısa sürelerle göç etmeye zorlayan eşitsizliklere karşı, kamu hizmetlerinin yok edilmesine karşı bir uyarı olarak görüyorum.
“Pandeminin zihin açıcı bir etkisi oldu. Kamu sağlığı hizmetlerinin ve doğru düzgün bir sosyal güvenlik sisteminin vazgeçilemez bir ihtiyaç olduğunu açıkça görebiliyorsunuz. İyi olanı açıkça gösteren net bir resim ortaya çıkardı.”